DOLAR 42.45 ₺
EURO 49.68 ₺
STERLIN 56.83 ₺
G.ALTIN 5,733.39 ₺
Ç.ALTIN 9,513.27 ₺
BTC 93,255.41 $
ETH 3,204.71 $
BİST 0.00
    SON DAKİKA

    Suudi Arabistan'ın İsrail ile normalleşmesi ne anlama gelir?

    SiyasetDünyaÇeviri Haberler
    Yayınlama: 24 Kasım 2025 Pazartesi 19:13 Kaynak: Haber Merkezi

    Suudi Arabistan’ın katılımı bu modeli deneysel bir girişim olmaktan çıkarıp Ortadoğu için yeni bir yönetim mimarisine dönüştürebilir.

    Suudi Arabistan'ın İsrail ile normalleşmesi ne anlama gelir?

    ABD Başkanı Donald Trump ile Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman (MBS) arasında geçtiğimiz hafta Beyaz Saray’da gerçekleşen görüşme, özellikle İsrail açısından son dönemin en kritik diplomatik temaslarından biri olarak değerlendiriliyor.

    İsrail resmi olarak masada yer almamasına rağmen, Washington’daki buluşmanın odağında büyük ölçüde Tel Aviv’in bölgedeki geleceği vardı.

    Popüler Gazete'nin Jerusalem Post gazetesinden aktardığı analize göre Suudi Veliaht Prens'in ziyareti, “Washington ile Riyad arasında yıllardır süren sessiz müzakerelerin doruk noktası” niteliğinde.

    Suudi Arabistan yalnızca enerji sağlayan bir ülke değil; bölgesel kuralları belirleyen bir aktör olma niyetini de ortaya koyuyor.

    Riyad, diplomasi, savunma ve ticaret başlıklarında masada söz sahibi olmak istiyor ve bunu Washington’la koordineli biçimde yapmayı tercih ediyor.

    Genellikle “pragmatik” bir lider olarak tanımlanan MBS, 2030 Vizyonu programıyla ülkeyi petrole bağımlı ekonomik modelden çıkararak, çeşitlendirilmiş ve küresel sisteme entegre olmuş yeni bir yapıya taşımayı hedefliyor.

    Bu çerçevede İsrail ile normalleşme, münferit bir diplomatik hamle değil.

    Suudi Arabistan'ı yükselen Orta Doğu düzeninde merkezi bir oyuncu olarak yeniden konumlandırmaya yönelik, daha geniş kapsamlı bir stratejinin bir ayağını daha oluşturuyor.

    MBS’nin Beyaz Saray’da sarf ettiği “İbrahim Anlaşmaları’nın bir parçası olmak istiyoruz” sözleri, Washington’da bu yönde pozisyon alması bakımından alışılmadık bir durum.

    Zira İbrahim Anlaşmaları ilk aşamada sınırlı bir çerçeve, Arap dünyasının geleneksel yaklaşımını zorlayan birkaç ülke öncülüğündeki bir girişim olarak görülüyordu.

    Körfez’in en güçlü ülkesi ve kutsal toprakların hamisi olan Suudi Arabistan’ın bu çerçeveye dahil olması, anlaşmaların doğasını köklü biçimde değiştirecek.

    Normalleşme her zamankinden daha yakın

    Bu atmosfer özellikle Trump yönetimi altında daha inandırıcı geliyor.

    Bunun nedenlerinden ilki, Trump’ın İbrahim Anlaşmaları sürecindeki önceki deneyimi, uygun koşullar oluştuğunda cesur ve sonuç alıcı bir diplomasi mimarisine imza atabildiğini gösterdi.

    Tarzına dair tartışmalar bir yana, yönetiminin Arap-İsrail ilişkilerine dair yerleşik kabullerin kırılabileceğini kanıtladığı söylenebilir.

    İkincisi, bu görüşme Suudi Arabistan’ın İsrail’i entegrasyona açık potansiyel bir ortak olarak kabul eden ABD stratejisini benimsediğini gösteriyor.

    MBS’nin Washington’da İbrahim Anlaşmaları’na kamuoyu önünde destek açıklaması, sembolik bir jestten çok daha fazlası.

    Üçüncüsü, savunma ve ticaret boyutu kritik bir önem taşıyor.

    F-35 satışı, bölgesel ticaret koridorları, gelişmiş hava savunma sistemleri ve yeni güvenlik mimarisi gibi başlıklar, sürecin salt diplomatik bir vitrin olmadığını sahada gerçek karşılıkları olabilecek bir dönüşüme işaret ettiğini ortaya koyuyor.

    İsrail açısından Suudi Arabistan’ın anlaşmalara katılması, ortak bir açıklamadan çok daha fazlası anlamına geliyor.

    Bu adım bölgenin diplomatik haritasını yeniden çizebilir. ABD güvenceleriyle desteklenen bir Suudi Arabistan-İsrail yakınlaşması, İran’ın bölgesel etkisi ve vekil güçlerinin yarattığı risklere odaklanan gayriresmi Körfez-İsrail güvenlik hattını güçlendirebilir.

    Bu noktada Trump’ın kendine özgü “anlaşma yapma” tarzı hem bir fırsat hem de bir sınav niteliği taşıyor.

    Büyük ve sembolik anlaşmalara yönelme eğilimi, Beyaz Saray’ın Suudi Arabistan–ABD zirvesini somut bir yol haritasıyla taçlandırmasıyla sonuçlanmış gibi.

    Ancak İsrail’in de kendi üzerine düşeni yapması gerekiyor.

    Tartışmayı yalnızca “Suudi Arabistan İbrahim Anlaşmaları'na katılır mı?” sorusuna indirgemek yerine, “Katıldığında ertesi gün ne yapılacak?” sorusuna odaklanılmalı.

    Bu da Riyad ile ciddi bir ekonomik ve diplomatik ajanda hazırlamayı, Suudi anlaşmasının diğer tereddütlü ülkeleri teşvik edip etmeyeceğini değerlendirmeyi ve toplumun olası uzlaşmalara hazırlanmasını gerektiriyor.

    Bu, İsrail açısından yalnızca diplomatik bir adım değil; yıllardır süren göreceli izolasyondan çıkıp Arap dünyasının en etkili devletiyle kurumsal bir ortaklık kurma fırsatı sunan bir an.

    Sonuç olarak bu süreç sadece taktiksel hamle değil, aynı zamanda vizyon gerektiriyor.

    İbrahim Anlaşmaları hiçbir zaman durağan bir yapı olarak tasarlanmadı; bir prototipti.

    Suudi Arabistan’ın katılımı bu modeli deneysel bir girişim olmaktan çıkarıp Ortadoğu için yeni bir yönetim mimarisine dönüştürebilir.

    Bölgenin buna hazır olup olmadığı ve liderlerin eski paradigmaların ötesine geçip geçemeyeceği ise önümüzdeki on yılda Ortadoğu’nun nasıl şekilleneceğini belirleyecek temel faktör olacak.

    Son olarak, Suudi Veliaht Prens'in, "Anlaşmanın bir parçası olmak istiyoruz, ancak iki devletli çözümün net bir yolunu güvence altına aldığımızdan da emin olmak istiyoruz" ifadeleri de önemli.

    Suudi Arabistan’ın bu şartlı mesajı, normalleşmeye kapıyı araladığını ancak bunu iç politik dengeler, bölgesel liderlik iddiası ve İslam dünyasındaki konumu gereği Filistin dosyasında “görünür ilerleme” olmadan yapamayacağını gösteriyor.

     

     

     

     

    İlk Yorumu Sen Yaz
    code