İran’ın “düşman yaratma” politikası, hem iç politikada toplumsal kontrolü sağlamak hem de dış politikada jeopolitik hedeflerini güçlendirmek için kullandığı stratejik bir araç.
Popüler Gazete'nin muhalif İran basınından aktardığına göre bazen, bir hükümetin bekası için bir düşmanın varlığından daha önemli bir şey yoktur.
İster gerçek ister hayali olsun, önemli olan halkın korku duyması ve yaklaşan bir tehdidi hayal etmesidir.
Bu strateji, rejimin hem iç politikada meşruiyetini koruması hem de dış politikada elini güçlendirmesi için temel araçlardan biri haline geldi.
1979 İslam Devrimi’nden bu yana İran, “dış düşman” söylemini siyasi kimliğinin merkezine yerleştirdi. ABD “Büyük Şeytan”, İsrail ise “Küçük Şeytan” olarak bu söylemin simgeleri haline geldi.
1953’teki darbe gibi tarihsel travmalar sürekli hatırlatılarak, Batı’nın İran üzerinde oyunlar kurduğu algısı canlı tutuldu.
Resmi söylemde, konuşmalarda ve medyada sürekli olarak komplo kuran, kaos çıkaran, gençliği yozlaştırmaya çalışan “düşman” figürü öne çıkarıldı.
Zamanla iç ve dış düşmanların listesi genişledi: ABD ve İsrail’den Avrupa Birliği’ne, Bahailerden protestocu kadınlara, gazetecilerden öğretmenlere kadar birçok grup rejimin hedef tahtasına yerleştirildi.
Ekonomik kriz, yolsuzluk veya toplumsal huzursuzluk dönemlerinde, dış düşman söylemi daha fazla ön plana çıkarıldı.
İç muhalefet, “rejime değil, ülkeye karşı hareket eden yabancı ajanlar” olarak damgalandı.
Bu yöntemle protestolar meşru talepler olmaktan çıkarılarak, “yabancı provokasyonu” olarak sunuldu ve sert müdahaleler gerekçelendirildi.
Şii kimliği ve “direniş ekseni” ideolojisi, bu stratejiye dini-ideolojik bir çerçeve kazandırarak toplumsal sadakati pekiştirdi.
İran yalnızca söylemde değil, sahada da “düşman varlığını” diri tutuyor.
ABD üslerine karşı söylemler, İsrail ile yürütülen vekalet savaşları ve Lübnan'da Hizbullah, Yemen'de Husiler, Irak-Suriye’deki Şii milis yapılar bu stratejinin parçası.
Bu unsurlar hem caydırıcılık sağlıyor, hem de “düşman kuşatması” tezini destekliyor.
Aynı zamanda Tahran, Batı ile müzakerelerde bu “gerilim atmosferini” koz olarak kullanıyor.
Yaptırımların kaldırılması ya da tavizlerin elde edilmesi için düşman algısı diplomatik manevra aracı haline geliyor.
Devlet televizyonunda, dini liderin hutbeleri ve güvenlik raporları üzerinden “tehdit hikayeleri” üretiliyor.
Sınır çatışmaları, suikast girişimleri veya siber saldırılar kamuoyuna “ulusal varlığa saldırı” olarak sunuluyor.
“Düşman kapıda” algısı, halkı reform talebinden uzaklaştırıyor ve rejimin etrafında kenetlenmeye çağrılıyor.
İran’ın düşman yaratma politikası, kısa vadede rejim konsolidasyonunu ve dış politikada caydırıcılığı artırıyor.
Ancak uzun vadede, ekonomik izolasyon, diplomatik yalnızlık ve toplumsal yabancılaşma riskini beraberinde getiriyor.
Rejim, bu dengeyi “kontrollü gerilim” stratejisiyle yönetmeye çalışıyor, düşman imajı tamamen yok olmuyor, ama savaş eşiğini aşmayan bir seviyede tutuluyor.
1979’dan bu yana sürekli düşman söylemiyle büyüyen kuşaklar, bu retoriği artık inandırıcı bulmuyor.
Sosyal medya üzerinden alternatif bilgiye ulaşabilmeleri, devletin anlatısını kırıyor.
Enflasyon, işsizlik, yolsuzluk ve kötü yönetim gibi sorunlar, dış düşman anlatısının “ekonomik kriz bahanesi” olarak görülmesine yol açıyor.
Halk arasında “ABD ve İsrail düşman olabilir ama bizim yöneticilerimiz ne yapıyor?” sorusu daha sık sorulmaya başladı.
Ancak İran liderliği için “düşmansız siyaset” neredeyse imkansız, çünkü ideolojik yapı bu söylem üzerine kurulu.
Ancak “düşman yaratma” politikası artık rejimi otomatik olarak kurtaran sihirli bir araç olmaktan çıktı.
Rejim, kontrollü bir gerilim stratejisiyle düşman algısını sürdürmeye çalışıyor: tehdit algısı canlı tutuluyor, fakat savaş eşiğini aşmayan bir seviyede yönetiliyor.
Bu politika artık “rejimi otomatik olarak kurtaran” sihirli bir araç değil, ancak rejim refleksleri ve ideolojik altyapı nedeniyle tümüyle terk edilmesi de beklenmiyor.
Uzmanlara göre bu strateji kısa vadede rejim konsolidasyonunu sağlasa da, uzun vadede İran’ı ekonomik izolasyon, diplomatik yalnızlık ve toplumsal yabancılaşma riskleriyle karşı karşıya bırakıyor.
Sonuç olarak, İran’ın “düşman yaratma” politikası bugün hala rejimin ayakta kalmasını sağlayan bir araç olsa da, toplumsal inandırıcılığını yitirdikçe giderek daha maliyetli ve sürdürülemez bir stratejiye dönüşüyor.