DOLAR 41.63 ₺
EURO 48.90 ₺
G.ALTIN 5,157.35 ₺
Ç.ALTIN 8,712.97 ₺
BTC 118,785.64 $
ETH 4,371.55 $
BİST 11,082.63

    Arap ülkelerinin tepkisi neden kınamanın ötesine geçmiyor?

    SiyasetDünyaÇeviri Haberler
    Yayınlama: 26 Eylül 2025 Cuma 19:03 Kaynak: Haber Merkezi

    Sözlü kınama politikası, yalnızca İsrail’in cesaretini artıracak ve bölgedeki kırılgan barışı daha da zayıflatacaktır.

    Arap ülkelerinin tepkisi neden kınamanın ötesine geçmiyor?

    İtalya ve İspanya, Gazze'ye insani yardım götürmek üzere yola çıkan Küresel Sumud Filosu'na destek için donanma gönderirken, birçok Avrupa ülkesi İsrail ile ticari ilişkilerini askıya alıp ve silah satışını durdururken, Arap ülkelerinin tutumu büyük ölçüde “kınama” ile sınırlı kalıyor.

    Özellikle İspanya’nın, siyasi söylemin ötesine geçerek ekonomik ilişkileri kesme yoluna gitmesi, “siyasi kınama” ile yetinmeyen, doğrudan sonuç doğuracak kararların da mümkün olduğunu gösteriyor.

    Filistin davasıyla tarihsel, dini ve kültürel bağları bulunan Arap ülkeler ise, en fazla sert açıklamalarla yetiniyor.

    Bu tablo, Batı’da bile İsrail’e karşı pratik adımların atılabildiğini, buna karşın İslam dünyasında ortak bir irade, siyasi cesaret ve stratejik kararlılığın eksik olduğunu gözler önüne seriyor.

    Arap ülkelerinin tutumu

    İsrail'in bu ayın başlarında, Hamas'ın 'üst düzey liderlerini' hedef almak amacıyla Katar topraklarına doğrudan saldırmasının ardından Doha'da, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Arap Birliği olağanüstü toplandı.

    Popüler Gazete'nin Yaser Qtaishat imzalı analizden aktardığına göre Arap ve İslam ülkelerinin halkları, bu zirvede yalnızca kınama açıklamalarından fazlasını bekliyordu.

    Ancak İİT-Arap Birliği Ortak Zirvesi, diplomatik temsilin azaltılması, normalleşme anlaşmalarının dondurulması, ekonomik boykot araçlarının devreye sokulması veya İsrail uçaklarına hava sahasının kapatılması gibi somut ve cezalandırıcı önlemler yerine, yine kınama ifadeleriyle sonlandı.

    Bu tablo, bir kez daha “eylem yerine söylem” tercihlerini gündeme getirdi.

    Uzmanlar, Arap dünyası ve Körfez ülkelerinin bağlayıcı kolektif eylem mekanizmalarından yoksun olduğuna dikkat çekiyor.

    Her ülke, krizleri kendi çıkarları doğrultusunda yönetiyor, bu da ortak adımlar konusunda fikir birliğini neredeyse imkansız hale getiriyor.

    Bu kurumsal eksiklik, idari kararlar yerine sadece ortak açıklamaların üretilmesine yol açıyor.

    Doha Zirvesi’nde bu tablo daha da görünür hale geldi.

    İsrail ile gerilimin tırmanmasını, ekonomik projelerine veya Tel Aviv ile yeni kurulan ilişkilerine bir tehdit olarak gören Arap ülkeleri ile cesur adımlar atan Batılı ülkeler arasındaki ayrım netleşti.

    Birçok Körfez ve Arap ülkesi İsrail’e doğrudan normalleşme anlaşmaları ya da ekonomik ortaklıklarla bağlı durumda.

    Bu nedenle cezalandırıcı adımlar atmak, siyasi ve stratejik maliyetler doğurabileceği için bu ülkeler pratik adımlar yerine Filistin ile “sembolik dayanışmayı” tercih ediyorlar.

    Böylece, kolektif egemenliğin savunulması, acil ekonomik hesapların gölgesinde kalıyor.

    Ayrıca Körfez ülkelerinin güvenlik garantörü olarak ABD’ye duyduğu güven de belirleyici bir faktör.

    İsrail’e yönelik herhangi bir gerilimin Washington tarafından kendisine yöneltilmiş bir meydan okuma olarak algılanabileceği gerçeği göz ardı edilemiyor.

    Bu durum, olası tepkilerin kapsamını daraltıyor ve zirvelerin kınamadan öteye geçemeyen bir dil üretmesine yol açıyor.

    Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) veya uluslararası mahkemeler üzerinden harekete geçmek ise hem zaman hem de uluslararası destek gerektiriyor.

    Özellikle ABD’nin İsrail’e verdiği güçlü destek düşünüldüğünde, bu desteğin sağlanması oldukça zor görünüyor.

    Sonuçta kimse ciddi bir adım atmıyor ve kararlar büyük ölçüde sembolik kalıyor.

    Bu da, risk alarak tabloyu pratik adımlara çevirebilecek bir bölgesel liderliğin eksikliğini ortaya koyuyor.

    Doha’da yaşananlar münferit değil. Teorik olarak İsrail, kendisini ulusal egemenlik ve uluslararası hukuk kurallarının üstünde gördüğü sürece benzer bir senaryo başka herhangi bir Arap başkentinde de tekrarlanabilir.

    Arap ülkelerinin sadece kınama açıklamasıyla tepkiler vermesi, saldırıların tekrarlanmasını neredeyse olası kılıyor.

    Bu ülkeler hatta resmi söylemde dahi tehdit dilinden uzak duruyor.

    Ne diplomatik ilişkilerin kesilmesi, ne enerji kozunun devreye sokulması, ne de aralarında ortak savunma mekanizmalarının harekete geçirilmesini gündeme alabiliyorlar.

    Bu duruşlarını, halk nezdinde itibar kaybına ve ulusal egemenliğin zedelenmesine yol açsa bile sürdürüyorlar.

    Şimdi kritik soru şu: Arap ülkeleri hangi koşullar altında kınama döngüsünden çıkıp gerçek yaptırımlara başvuracak?

    Bir Körfez devletinin egemenliğinin ihlali bile bu “eylemsiz kınama” döngüsünü kıramadıysa, onu ne kırabilir? İsrail'in daha büyük bir saldırısı mı?

    Körfez’deki hayati altyapıların (limanlar, enerji tesisleri, finans merkezleri) doğrudan hedef alınması mı?

    Yoksa halkın sokaklara çıkarak baskı yapmasıyla rejimlerin harekete geçmek zorunda kalması mı?

    Bu bağlamda, İsrail’in Doha’ya saldırısı, diğer başkentler için erken bir uyarı olarak okunabilir.

    Arapların zayıf tepkisi ise Tel Aviv’de “devam et” çağrısı şeklinde algılanabilir. Asıl tehlike de burada yatıyor: Kolektif acizlik, gelecekteki saldırılar için fiili bir yeşil ışığa dönüşebilir.

    Sonuç 

    Doha Zirvesi’nin kınama açıklamalarıyla sınırlı kalması, Arap dünyasının bölgesel krizlerde etkili bir caydırıcı mekanizma geliştiremediğini bir kez daha gözler önüne serdi.

    Egemenlik ihlalleri karşısında yalnızca diplomatik söylem üretmek, Arap-İslam işbirliği yapılarının kurumsal zaaflarını derinleştiriyor ve bölgesel güvenliğin kırılganlığını artırıyor.

    İsrail’in Katar’a yönelik saldırısı, sadece bir ülkeye yapılan askeri hamle değil; aynı zamanda bölgesel dengeleri ve uluslararası hukuk ilkelerini sarsan kritik bir testti.

    Bu teste karşılık verilememesi, Arap dünyasının güvenlik stratejilerini yeniden gözden geçirmesi gerektiğini gösteriyor.

    Önümüzdeki süreçte, Arap ve İslam ülkelerinin gerçekçi bir kolektif güvenlik vizyonu geliştirmeleri ve Washington merkezli denklemin dışına çıkabilecek alternatif işbirliği kanalları inşa etmeleri hayati görünüyor.

    Aksi halde, mevcut “sözlü kınama” politikası, yalnızca İsrail’in cesaretini artıracak ve bölgedeki kırılgan barışı daha da zayıflatacaktır.

    Avrupa’nın bazı başkentleri, kendi kamuoylarının baskısıyla da olsa, İsrail’e karşı adımlar atabilirken; Arap ülkeleri, Filistin meselesindeki tarihsel ve ahlaki sorumluluklarına rağmen, bu seviyede bir birliktelik veya cesaret sergileyemiyor.

    Bu da İslam dünyasının uluslararası sistemde etkisiz, dağınık ve söylem düzeyinde kalan bir aktör olarak algılanmasına yol açıyor.

    Batı’dan gelen somut hamlelerle kıyaslandığında, Arap ülkelerinin sessizliği yalnızca siyasi iradesizlik değil, aynı zamanda Filistin halkına karşı büyük bir vefasızlık olarak da okunuyor.

    İlk Yorumu Sen Yaz
    code