Suriye'de geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Ahmed Şara liderliğindeki geçiş hükümeti ile Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında sürpriz bir anlaşmaya varılmasının ardından, hükümet ile Süveyda vilayetindeki Dürziler arasında da benzer bir anlaşmanın imzalandığı yönünde haberler var.

Popüler Gazete'nin Arab News'ten aktardığı analize göre anlaşma, Suriye hükümetine bağlı güvenlik güçlerinin, Dürzi askeri lider Laith Al-Balaous ve Şeyh Süleyman Abdulbaki ile yerel ileri gelenlerin işbirliği yoluyla, Suriye'nin güneyindeki Dürzi kalesine erişebilmesine olanak sağlıyor.

Söz konusu anlaşma, Süveyda nüfusunun, hükümetin savunma ve güvenlik güçlerine katılmasına ve hükümet işlerini güvence altına almasına izin vermeyi içeriyor.

Ayrıca Dürzi topluluğuna Suriye halkının bir parçası olarak tam tanınma hakkı veriyor.

Buna karşılık, Süveyda genelindeki tüm güvenlik merkezleri ve tesisleri geçiş hükümetine bağlı Genel Emniyet Teşkilatı'na devredilecek.

Gelişmelerin arka planı

Suriye'deki değişken siyasi durum, Orta Doğu'nun stratejik açıdan en önemli ülkelerinden biri olması nedeniyle her zaman bölgesel yankılara yol açıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun, "Suriye'nin güneyindeki Dürzi toplumunu korumaya kararlı" oldukları yönündeki açıklaması bu açıdan sürpriz olmadı.

Bu durum, 2011 yılında Beşşar Esed rejimine karşı Suriye'de başlayan ayaklanmayı yakından izleyen gözlemciler için özellikle geçerliydi.

Bu bağlamda, olan biteni anlamaya çalışırken birkaç faktörün göz önünde bulundurulması gerekir.

54 yıllık Esed rejiminin özgürlükleri, demokrasiyi ve insan haklarını korumaya yardımcı olmadığını hatırlamak oldukça önemli.

Mezhepçi ve polis devleti, Suriye nüfusunun yüzde 75'inden fazlasını oluşturan Sünni çoğunluğun aleyhine, Alevi azınlığa büyük avantajlar sağladı.

Rejim, azınlık tabanı göz önüne alındığında, Sünnilerin süregelen hayal kırıklığıyla başa çıkmak için diğer dini azınlıkların desteğine de güvenmek zorunda kaldı.

1982 yılında Müslüman Kardeşler'e yönelik Hama Katliamı, düşmanlığı ve güvensizliği daha da yoğunlaştırdı ve ülkeyi siyasi ve mezhepsel kutuplaşma yoluna daha da itti.

Ancak o dönemde, 1971'den 2000'deki ölümüne kadar iktidarda kalan Hafız Esed'in güçlü liderliği ve taktiksel zekası muhalefeti uzak tuttu.

Rejim, Hama'daki sert müdahalesinin, onları "sözde İslamcı köktencilikten kurtarmak" için gerekli olduğuna dair dini ve mezhepsel azınlıklara güvence vermek için çok uğraştı.

Hafız Esed'in rejim üzerindeki hakimiyeti zayıflamaya başlayınca,  durum değişmeye başladı.

Önce en büyük oğlu ve varisi Basel 1994'te bir trafik kazasında öldü ve ardından kendi sağlığı 2000'deki ölümüne kadar kötüleşti.

Beşşar'ın Suriye'si

Basel'in ölümünün ardından varis olarak yetiştirilen tıp doktoru Beşşar, fiili lider haline geldi.

Ancak Beşşar babasının bilgisine ve uzmanlığına sahip değildi. Ayrıca babasının miras bıraktığı rejim içinde ve bölgesel müttefikleri arasında saygı da görmüyordu.

Belki de daha önemlisi, Beşşar 2004 yılına gelindiğinde hem Hizbullah aracılığıyla Lübnan'da, hem de Saddam Hüseyin sonrası Şii egemenliğindeki Irak'ta güçlü bir bölgesel aktör haline gelen İran'ın saygısını ve güvenini kazanamadı.

İran, hem Lübnan'da, hem de Irak'ta gerçek güç simsarı haline geldi ve Beşşar rejimini sadece bir nüfuz aracı olarak kullandı.

Bu arada Suriye'deki zirvedeki değişimi yakından izleyen İsrail, İran'ın daha fazla müdahil olmasına hazırlanıyordu.

İsrail'in gözünden Suriye

İsrail, 1973 savaşından bu yana Suriye ile barışçıl sınırlar konusunu güvence altına almıştı.

Tel Aviv, sert söylemlere rağmen Esed rejiminin Golan Tepeleri'ni işgaline hiçbir tehdit oluşturmayacağına inanmıştı.

Ancak İran'ın Lübnan'a doğrudan müdahil olması ekstra dikkat gerektiriyordu, fakat İsrailliler çok endişeli değildi. Çünkü İran'ın bölgede ABD'ye asla meydan okumayacağını düşünüyordu.

Yine de İran'ın sürekli şantajı, nükleer hırsları zemininde rahatsız edici bir senaryoydu. Dahası, Hizbullah da ciddi bir kışkırtıcı unsur haline geldi.

Lübnan'ın eski Başbakanı Refik Hariri'nin 2005'te suikasta uğramasının ardından Hizbullah'ın gücü, etkisi ve kendine güveni arttı.

Lübnan'ın siyaseti üzerinde güçlü bir hakimiyeti ve ülkenin İsrail ile olan güney sınırlarında kontrolü vardı.

Hizbullah ve İsrail arasındaki 2006 sınır savaşı da önemli bir gelişmeydi. 

2011 Devrimi

2011 yılında patlak veren iç savaşın ardından Hizbullah, İran, Irak, Afganistan ve Pakistan'daki gruplarla bağlantılı çok sayıda Şii milisle birlikte muhaliflere karşı savaşmak için Suriye rejiminin ordusuna katılarak, bölgesel misyonunu vurguladı.

Bölgenin en kanlı çatışmalarından birine dönüşen savaş, yaklaşık bir milyon kişinin ölümüne, 10 milyondan fazla kişinin yerinden edilmesine, çok sayıda şehir ve köyün harabeye dönmesine neden oldu.

Savaş, Suriye'nin yanı sıra Lübnan ile Irak'ta mezhepsel ayrışmayı daha önce hiç olmadığı kadar derinleştirdi.

Suriye'de savaşan taraflara, yerel ve yabancı daha radikal unsurlar katıldı ve korkular daha da körüklendi.

Dürzi topluluğuna gelince, özellikle çatışma bölgelerinde diğerleri gibi onlar da acı çekti.

Dürzilerin yaşadığı birkaç bölge silahlı radikal gruplar tarafından saldırıya uğradı veya tehdit edildiler.

Saldırılar ve korkular

Netanyahu'nun tartışmalı müdahalesinden önceki son olay, yeni Suriye geçiş hükümetinin Esed rejimini devirmesinin ardından yaşandı.

Şam'ın Dürzi banliyösü Ceramana'da yerel Dürzi 'savunma gruplarının' silahlarını  'yeni' Suriye ordusuna teslim etmeyi reddetmesi sonucu çatışma ortaya çıktı.

Bu durum ordunun, Lazkiye ve Tartus gibi Alevilerin yoğun yaşadığı ülkenin diğer bölgelerindeki otoritesine yönelik zorluklarla karşı karşıya kalmasıyla daha da yoğunlaştı.

120 binden fazla Dürzi'nin yaşadığı İsrail, bölgesel gerginlik sırasında her zaman 'Dürzi Kartı'nı oynamaya çalıştı.

Aslında, 'Böl ve Yönet' politikası Levant'ta her zaman işe yaradı ve Netanyahu, İsrail'i "Dürzilerin koruyucusu" olarak tasvir ederek, başka bir politik puan kazanma fırsatı olduğunu hissetti.

Ancak, Suriye'nin kuzeydoğusundaki SDG ile ilgili yaşanan şaşırtıcı gelişme, Dürzilere yeni Şam rejiminin "pragmatizmi" konusunda güvence vermiş gibi görünüyor.

Ayrıca, geçtiğimiz günlerde ülkenin kuzeybatısında yaşanan üzücü olaylar, herkes için iki uyarı işareti taşıyordu.

Bunlardan ilki, yeni rejimin 'tüm Suriye'nin hükümeti' olduğunu kanıtlaması ve dolayısıyla tüm Suriye toplumlarının refahından sorumlu olması gerektiğidir.

İkincisi ise herhangi bir 'yabancı yardımın' siyasi açıdan maliyetli olabileceği ve aşırı kutuplaşmış bir bölgede, böyle bir 'yardım' karşılığında herhangi bir güvenlik, emniyet veya barışçıl bir arada yaşamayı garanti edemeyeceğidir.