Dünya, kapsamlı jeopolitik yeniden yapılanmaların eşiğinde. Bu dönüşümün en sert hissedildiği bölgelerden biri olan Orta Doğu ise, İsrail ve ABD’li yetkililerin tasarladığı senaryodan oldukça farklı bir yöne doğru ilerliyor.

Popüler Gazete'nin Greg Pence imzalı analizden aktardığına göre İsrail, bölgesel gücünün zirvesinde olduğunu iddia ederken, gerçek tablo bu söylemi doğrulamıyor.

Ülke ne “Yeni bir Orta Doğu” kurgulayabilecek kapasiteye sahip ne de bu düzeni dayatabilecek güce.

Bugün İsrail, dış tehditlerin ötesine geçen bir varoluş ve meşruiyet krizi yaşıyor.

Başbakan Binyamin Netanyahu’ya karşı büyüyen sokak hareketleri ve Gazze Savaşı sonrasında ortaya çıkan siyasi kargaşa, demokratik ve toplumsal yapının ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne seriyor.

Bu derin iç çatlaklar, İsrail’i yeni bir bölgesel yapıyı kurabilecek bir aktör olmaktan uzaklaştırıyor.

Gazze’deki büyük yıkım ise yalnız bölge dengelerini değil, İsrail’in küresel konumunu da zayıflattı.

Kuzey Afrika’dan Körfez’e uzanan geniş hatta Filistin davasına yönelik desteğin yeniden ivme kazanması, Tel Aviv’i tarihindeki en yalnız dönemlerden birine sürükledi.

Bu süreç, meşruiyetin salt askeri güçle ikame edilebileceği iddiasının çöktüğünü açıkça gösteriyor. Çünkü baskı ve zorlamayla inşa edilen hiçbir bölgesel düzen kalıcı olamıyor.

Küresel medyanın, sosyal ağların ve sivil toplum hareketlerinin belirleyici olduğu bir dönemde, İsrail artık “istikrarlı bir düzen” inşa etmek için bombalama ya da işgal taktiklerine güvenemez.

Körfez’deki potansiyel Arap ortakları açısından Tel Aviv sadece güç imajını değil, aynı zamanda güvenilirliğini ve güvenlik garantileri sunma kapasitesini de kaybetmiş durumda.

Tahran’dan Riyad’a kadar bölgedeki tüm büyük aktörler, İsrail’in stratejik bağımsızlık iddialarına rağmen hâlâ derin biçimde ABD’ye bağlı olduğunu yakından takip ediyor.

Askeri teknolojilerden ekonomik destek mekanizmalarına, diplomatik güvencelerden istihbarat paylaşımına kadar, İsrail’in en kritik kapasitesi Washington’ın desteğine sıkı sıkıya bağlı.

Gazze Savaşı da bu bağı net bir şekilde ortaya koydu.

Çatışma sona ermeden önce Demir Kubbe hava savunma sistemlerinde yaşanan mühimmat eksikliği, İsrail’in Amerikan lojistik ve tedarik zincirleri olmadan savaşın devamını getiremeyeceğini gösterdi.

Son iki yıl boyunca art arda yapılan acil mühimmat ve silah sevkiyatı talepleri, Tel Aviv’in uzun soluklu askeri operasyonları kendi başına sürdüremediğini teyit etti.

Bu tablo, İsrail’in bölgesel liderlik iddiasını zayıflatmakla kalmıyor; aynı zamanda ABD’nin Orta Doğu’daki rolünün ve etkisinin de sorgulanmasına yol açıyor.

Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere Arap başkentleri, İsrail’in güvenilir bir ortak olup olamayacağı sorusunu artık çok daha yüksek sesle soruyor.

Bölgesel güvenliğin “sabit ayağı” olma iddiası çökerken, Tel Aviv’in “Yeni Orta Doğu” projesine liderlik etme kapasitesine duyulan inanç da eriyor.

İsrail’in kuruluşundan bu yana benimsediği güvenlik paradigması, askeri gücü her sorunun nihai çözümü gören bir hayatta kalma refleksine dayanıyordu.

“Ezici üstünlük” ve “önleyici saldırılarla caydırıcılık” doktrini onlarca yıl stratejinin merkezinde yer aldı. Ancak bugün Gazze’den Lübnan’a, Batı Şeria’dan Kızıldeniz’e kadar yaşanan gelişmeler, bu doktrinin artık işlemediğini gösteriyor.

Filistin meselesini çözememek İsrail için taktiksel değil, yapısal bir çıkmaz. Ülkenin iç siyasi dönüşümü – artan dini köktencilik, etnik milliyetçiliğin yükselişi ve aşırı sağın devlet politikalarına doğrudan yön vermesi – İsrail’i kalıcı bir çatışma döngüsüne hapsetti.

İktidar koalisyonlarının aşırı sağcı dini partiler üzerine kurulu olması, gerçekçi bir barış sürecini siyasi açıdan neredeyse imkânsız hâle getiriyor.

Bölgesel liderliğin ön koşulu kapsayıcılıktır. Kendini dışlayıcı etnik ve dini temellerle tanımlayan bir devlet, çoğunluğu Arap ve Müslüman toplumlardan oluşan bir coğrafyada kalıcı bir düzen kuramaz.

İsrail'in Arap ve Filistinli vatandaşlarını dışlayan yapısı, ideolojik temelini oluşturan Siyonist üstünlük söylemi ve askeri işgale dayalı siyasi stratejisi, onu bölge halklarının gözünde “istikrar sağlayıcı” değil “istikrarsızlık kaynağı” haline getiriyor.

Milyonların gözünde işgal, apartheid ve sistematik ayrımcılığın sembolü haline gelen bir devlet etrafında kalıcı bir düzen inşa edilemez.

Bu güven aşınması Gazze savaşından sonra dramatik biçimde hızlandı. Bölgedeki Arap yönetimleri, iç kamuoyu baskısını yakından izliyor.

İsrail ile açık bir ittifakın kendi meşruiyetlerini zedeleyebileceğinden endişe ediyor. İbrahim Anlaşmaları ile başlayan normalleşme süreci, bugün yerini ihtiyat, mesafe ve yeniden hesaplamalara bıraktı.

İsrail’in, bu anlaşmalar sonrasında hedeflediği stratejik projelerden biri, Arap-İsrail güvenlik blokunun inşasıydı. Ancak bu plan artık fiilen rafa kalkmış durumda.

Doha yakınlarındaki İsrail hava saldırılarının ardından, bölge medyası Katar’ın Tel Aviv ile güvenlik ilişkilerini gözden geçirdiğini yazdı.

Kuveyt acil güvenlik uyarıları yayımladı; Umman İsrail’i doğrudan “istikrarsızlık kaynağı” olarak tanımladı; BAE ise ilişkilerinde sessiz bir geri çekilme sürecine girdi.

Körfez başkentlerinde giderek daha fazla kabul gören temel tespit şu: İsrail ne Körfez ülkelerinin güvenliğini garanti altına alabilir, ne İran’ı kontrol edebilir ne de bölgeye kalıcı bir güvenlik şemsiyesi sunabilir. Bu nedenle ABD-İsrail eksenine dayalı “Yeni Ortadoğu” projesi hızla eriyor.

İsrail’in 1973 Yom Kippur Savaşı öncesinde sergilenen “Arapların yeniden saldırmaya cesaret edemeyeceği” kibri nasıl ağır bir yanılgıysa, bugün de Gazze’nin yıkımına rağmen kalıcı bir bedel ödemeyeceğini sanmak aynı derecede tehlikeli bir hesap hatasıdır.

Gazze Savaşı, İsrail’in sınırlarını çıplak biçimde ortaya koydu. Ekonomi uzun süren çatışmaların yükü altında geriliyor. Ordu, yabancı ittifaklara ve mühimmat ikmallerine bağımlı hale geliyor.

Küresel meşruiyet hızla aşınıyor. İç siyasi ve toplumsal birlik derin şekilde parçalanıyor.

Bu koşullar altında İsrail’in “Yeni Ortadoğu” kurma iddiası gerçekçi değil. Tel Aviv, bölgesel düzenin taşıyıcı aktörü olmaktan çok, sürdürülebilir bir mimarinin önündeki en büyük engellerden birine dönüşmüş durumda.

İsrail’in “Yeni Ortadoğu” vizyonu, bugün artık siyasi bir efsaneden ibaret. Arap başkentleri diplomatik nezaket gereği Tel Aviv’e gülümseyebilir; ancak bölgedeki hiçbir hükümet, İsrail’i geleceğin meşru mimarı olarak görmüyor. İsrail’in askeri güce dayalı modelinin, kalıcı bir barış ya da istikrar üretmeyeceği gerçeği açıkça kabul edilmiş durumda.

Tel Aviv militarizm, işgal politikaları, Washington’a derin bağımlılık ve meşruiyet erozyonu üzerine kurulu mevcut rotasını değiştirmezse, yalnızca bölgesel liderlik iddiasını değil, küresel konumunu da daha ağır bir şekilde kaybedecek.

Dünyanın çeşitli başkentlerinde İsrail’e yönelik desteğin zayıflaması, diplomatik soğuma ve uluslararası kamuoyundaki sert dönüşüm, bu eğilimin şimdiden işaretlerini veriyor.

İsrail ve bölge için yol ayrımı net: Ya meşruiyet, adalet ve gerçek barışa dayalı yeni bir doktrine yönelinecek; ya da artan izolasyon, derinleşen güven kaybı ve sonunda kontrol edilemeyecek boyutlara ulaşacak siyasi-askeri krizlerle yüzleşilecek.

Kısacası, İsrail’in hayalini kurduğu “Yeni Ortadoğu” hiç doğmadı; devletin kendi iç çelişkileri, bu projenin temelini daha baştan çürüttü.