İranlı yöneticiler, İsrail’le 12 gün süren savaşta ciddi kayıplar vermelerine rağmen kamuoyuna "direniş ve savaş hazırlığı" mesajları vermeye devam ediyor.

Popüler Gazete'nin Atta Muhammed imzalı analizden aktardığına göre bu tutum, Tahran’ın ülkedeki değişim süreçlerini, askeri çatışmadan daha riskli görmesinden kaynaklanıyor.

Batı dünyası İran’a yönelik baskıyı artırırken, Almanya, İngiltere ve Fransa, nükleer müzakerelerde ilerleme sağlanamaması nedeniyle BM yaptırımlarını geri getirebilecek mekanizmayı harekete geçirdi.

Aynı dönemde İran’ın Şanghay İşbirliği Örgütü Zirvesi’ne katılması, Tahran’ın Batı tehditlerine karşı Doğu Bloku içinde kendini konumlandırma çabası olarak değerlendirildi.

Böylece Tahran, Batı tehditlerine karşı Doğu Bloku'nun bir parçası olarak kendini göstererek "aktif diplomasi" imajı vermeye çalıştı.

Ancak İran içinde birçok siyasi ve ekonomik çevre, köklü reformlar yapılmadan sürdürülecek bu yönelimin durumu daha da kötüleştireceği uyarısında bulunuyor.

Buna rağmen hükümet, savaşın yarattığı yıkımı “fedakarlık” ve “dayanıklılık” çerçevesinde sunarak kamuoyunda “zafer” algısı oluşturmaya çalışıyor.

Savaş neden yönetilebilir görünüyor?

İran yönetimi, İsrail’le yaşanan çatışmayı hem direniş kapasitesini öne çıkarmak, hem de “düşmana karşı duran aktör” imajını pekiştirmek için fırsat olarak gördü.

Savaşın ağır bedelleri küçümsenirken, İsrail’e verilen darbeler abartılı şekilde sunuldu.

İran ayrıca, üst düzey Devrim Muhafızları komutanlarının öldürülmesinden, Mossad'ın ülkeye sızmasına ve hassas merkezlere verilen zarara kadar katlandığı tüm bedelleri küçümsedi.

Bu strateji, kayıpları zayıflık değil, rejimin gücünü pekiştiren bir fedakarlık göstergesi olarak yansıttı.

Öte yandan, Devrim Muhafızları Ordusu ve Besic gibi kurumların askeri ve siyasi nüfuzu, savaş tercihinin önemli nedenleri arasında yer alıyor.

Bu iki kurum, askeri-güvenlik işlerinin idaresiyle birlikte, İran ekonomisi ve siyasetinde güçlü bir varlığa sahip.

İran'ın siyasi-ekonomik alanındaki güçlü varlıkları ve müdahalelerinin devam etmesi, çatışmanın devam etmesine bağlı.

Çünkü onlar için dış kriz sadece bir tehdit değil, aynı zamanda daha fazla bütçe, daha geniş yetkiler ve iktidar yapısında daha güçlü bir konum elde etme fırsatı anlamına geliyor.

Hükümetin birçok eylemi, onların iş birliği veya desteği olmadan gerçekleştiremeyeceği düşünüldüğünden, bu bağımlılık konumlarını daha da merkezi hale getiriyor.

Dolayısıyla bu kurumlar, ülke içinde savaş fikrini sürdürmeye çalışıyor.

İlla ki savaşa yeniden girmek için değil, daha ziyade gerginliği havada tutarak karar alma süreçlerinin merkezinde kalmaya devam etmeye çalışıyorlar.

Aynı zamanda, bürokrasinin işleyişi de savaşın tercih edilme sebepleri arasında yer alıyor. Çünkü yabancı bir ülkenin saldırısı hükümetin karar almasını kolaylaştırıyor.

Savaş halinde veya hatta savaş tehdidinde, hükümet baskı veya zorlama yoluyla hizipsel tartışmaları ve farklılıkları dışlayabilir ve tüm gözler bir komuta merkezine odaklanabilir.

Böyle durumlarda liderlik ve güvenlik kurumları üstünlük kazanabilir, diğer güç odaklarına olan ilgi azalabilir ve normalde ciddi muhalefetle karşılaşacak birçok hassas karar onaylanabilir.

İç değişim neden savaştan daha tehlikeli?

Analize göre İran, savaş gibi “kontrol edilebilir” bir kriz karşısında asıl tehdidin iç değişim süreçleri olduğunu düşünüyor.

Çünkü siyasi reformlar, toplum içinde yeni ve öngörülemez talepler zincirini tetikleyebilir.

Bu talepler, özellikle de ülkenin aynı anda savaş tehdidiyle karşı karşıya olduğu bir durumda, mevcut dengeyi bozup durumu kontrolden çıkarma potansiyeline sahip.

Tutarlılığını toplumun kontrol altına alınmasına dayandıran bir rejim için böyle bir süreç, en azından kısmen yönetebildiği bir savaştan çok daha tehlikeli.

İran rejimi, tarihsel hafızasında Sovyetler Birliği’nin dağılmasını ve 1970’lerdeki reformların yarattığı toplumsal baskıyı hala canlı tutuyor.

Bu deneyimler, her türlü değişim talebini, rejimin bekası için tehdit olarak algılamasına yol açıyor.

Devrim Muhafızları’nın hem güvenlik hem de ekonomik çıkarlarının tehlikeye girmesi, reform taleplerine karşı direncin temel sebeplerinden biri. Zira değişim, güç ve kaynakların yeniden dağıtılması anlamına geliyor.

Bu nedenle yönetim, dış savaş riskini göze alırken, iç değişim ihtimalini daha büyük bir tehdit olarak değerlendiriyor.

Kriz ve değişim çıkmazı

Sonuç olarak İran yönetimi açısından savaş, belirli bir düşmanı olan, güvenlik ve propaganda aygıtlarını tamamen harekete geçiren ve iktidar kurumlarına fayda sağlayan “yönetilebilir” bir olgu.

Buna karşın, iç değişim sürecinin net bir sınırı ve güvenli bir durdurma noktası bulunmuyor.

Reformlar başladığında gizli çatlaklar açığa çıkabilir ve rejimin bütünlüğünü içeriden parçalayabilir.

Bu nedenle Tahran yönetimi, tüm kayıplara rağmen dış krizi bir araç, iç değişimi ise rejimin bekası için asıl tehdit olarak görmeye devam ediyor.

Savaş yönetilebilir, halk ayaklanması değil

İran yönetimi açısından savaş, rejimin varlığını doğrudan tehdit eden bir unsur olarak görülmüyor.

Çünkü savaş, propaganda araçlarıyla yönlendirilebiliyor ve kayıplar “zafer” ya da “direniş” söylemiyle meşrulaştırılabiliyor.

Bu nedenle askeri çatışma, rejimin konsolidasyonu için hatta bir fırsat olarak değerlendiriliyor.

Buna karşılık, halkın ayaklanması ve içeriden yükselecek reform talepleri, rejimin en kırılgan noktası olarak öne çıkıyor.

Ekonomik kriz, toplumsal eşitsizlikler ve siyasi baskılar büyüdükçe sokakta şekillenecek kitlesel hareketlerin kontrol edilmesi çok daha zor hale geliyor.

Böyle bir senaryoda propaganda gücü yetersiz kalabilir ve güvenlik kurumlarının baskısı rejimin bekasını garanti edemeyebilir.

Dolayısıyla İran rejimi için gerçek tehdit dış savaş değil, halkın kendi içinden yükselteceği değişim talebidir.

Tarihsel deneyimler de gösteriyor ki, rejimleri yıkan çoğu zaman dış müdahaleler değil, içeriden gelen toplumsal dalgalanmalardır.